Bazı tanıdıklarım sizi yazar olarak seviyor. Bazılarıysa müzisyen olarak. Bence hem yazar hem müzisyensiniz. Peki siz kendinizi nasıl görüyorsunuz?
Levon Suciyan, İstanbul
İtiraf edeyim, bu soru uzun yıllar benim de kafamı kurcaladı kıymetli Levon. Acaba müziğe heves etmiş bir yazar mıydım? Yoksa yazarlık sevdasına kapılmış müzisyen mi? İkisinden birini iptal edip diğerine odaklansam daha mı iyi olurdu? Yeteneğimi bu şekilde bölerek heba mı ediyordum? Çok yönlü sanatçıların pek kabul görmediği bir coğrafyadaydım ne de olsa.
Fransız şair, ressam, yazar ve eleştirmen Max Jacob “Hayat tek bir sanat için bile kısa!” derken sanki bana sesleniyordu.
Sorunun sürüklediği bunalım yüzünden yazarlığa ya da müzisyenliğe uzun aralar verdiğim dönemler oldu: Tam dokuz yıl şarkı yayınlamayıp sadece romanlar yazdım. Yedi yıl boyunca da hiç roman yazmayıp sadece müzikle uğraştım. Ama iki sanattan da yakamı kurtaramadım. Onlar kendilerini benden kurtaramadılar ya da.
Mesele hem edebiyata hem de müziğe aynı anda başlamamdı. Yani sanatların birinde yolumu bulduktan sonra “haydi biraz da öbürünü yapayım” diyenlerden değildim. İlk şiirim 1994’te, ilk şarkım 1996’da yayımlanmıştı. Müzik provası için stüdyoya elinde Varlık dergisiyle giden garip bir çocuktum.
Aslında bir değil iki garip çocuk söz konusu. Tuna denen bedeni ve zihni paylaşıyor ve simbiyotik yaşam sürüyorlar.
Üstelik huyu suyu farklı iki kişiler. Edebiyatçı olan daha içe dönük. Ruhumun alacakaranlık kısımlarıyla ilgileniyor. İçimdeki loş dehlizlerde pelerinini korkusuzca savurarak dolaşmak, gıcırdayan kapıları açıp izbe odalara feneriyle göz atmak onun işi. Daha çok zekâdan besleniyor. Bu yüzden de polisiye roman yazarken rahat ediyor en çok. Raymond Chandler ya da Petros Markaris okurken.
Müzisyen olansa dışa dönük bir karakter. Sosyalleşmek, arkadaş arasında olmak, sahneye çıkıp şarkılarını gitarıyla insanlara çalmak onun işi. Orkestrayla prova yaparken, dans ederken, yüksek sesle müzik dinlerken kendisi olduğunu hissediyor. Uçarı, hafifmeşrep ve hoşsohbet biri. Duygularla besleniyor. Paul McCartney ve Barış Manço dinlerken yaşama sevinciyle doluyor.
Bu iki yaşam formu birbirlerinin alter egosu halinde, kendini bildi bileli paylaşıyorlar Tuna’nın fani bedenini. İkisi de hem kadınsı hem de erkeksi. Hem cesur hem de korkak. Hem pervasız hem de temkinli. Birbirlerinden kurtulamayacaklarını nihayet anladıkları için iyi kötü geçinip gidiyorlar artık. Biri dizgileri ele aldığında diğeri efendice uykuya yatıyor. Haklarını yemeyeyim: Birbirlerine çok şey borçlular.
Belki de ikisinden birine Çoklu Kişilik Bozukluğu teşhisi koymanın zamanı gelmiş de geçiyordur. “Peki bu yazıyı yazan kim?” diye sorarsanız da cevabım hazır: İkisini de uykuya yolladıktan sonra ortaya çıkan bir dost.
Tuna
İstanbul / Aralık 2024
Kitaplarım, projelerim ya da hayata bakışımla ilgili merak ettiklerinizi bana sorabilirsiniz.
Yanıtlar