Edebiyat Neden Ölmüyor?
Yaşlılar şikâyet eder “Gençler kitap okumuyor, oysa biz öyle miydik?” diye. Bazen aynı tuzağa düşmüş bulurum kendimi; gençlerden şikâyet etmenin en berrak yaşlılık belirtisi olduğunu bilmeme rağmen.
“Bizim zamanımızda…” dünyanın en keyifli başlangıç cümlesidir.
İnsana kendini şanslı hissettirir. Sanki dünyanın güzel, şefkatli ve adil olduğu son demine biz yetişmişizdir. Bizden sonra tufan olmuş, sel suları alıp götürmüştür bütün sağlam şeyleri. Parçası olduğum X Kuşağı da bundan azade değil. Geçenlerde akranım bir arkadaş dedi ki: “Bizler yazılı kültürle yetişmiş son kuşaktık. Bizden sonrakiler sadece görsel ve dijital kültürle yetişiyorlar. Ne fena!”
Günümüzde kitap okumayan gençlerin olması şaşırtıcı değil. Asıl şaşırtıcı olan, hâlâ kitap okuyan, hatta yazan gençlerin olması.
Bizler için çeldirici alternatifler sınırlıydı. İnternetin hayal bile edilemediği, televizyonun bir-iki kanallı olduğu, cep telefonuna benzer şeyleri ancak bilim kurgu filminde görebildiğimiz bir zaman diliminde yetiştik. Eğer arsada top ya da seksek oynamıyorsak, elimize kitap alıp bir köşeye çekilmek olağan bir eylemdi.
Bugünse uygarlık kişiyi kitap okumaktan caydıracak şekilde organize olmuş gibi. Teknoloji saldırısı bir yana, gündelik yaşam o kadar hızlı ki “kitapla bir köşeye çekilmek” hayal edilmesi bile zor bir davranış biçimi. Gelin görün ki, her şeye rağmen hâlâ kitap okuyan gençler var. Çocuk edebiyatı, ilk gençlik edebiyatı gibi, daha önce olmayan türler söz konusu. Kimi ergenler WattPad ortamında roman denemeleri yapıyor, bazıları bundan ciddi paralar kazanıyorlar.
Söz ettiklerimin edebi niteliğini sorgulamak ya da onları Dostoyevski, Proust ya da Orhan Pamuk ile kıyaslayıp küçümsemek tabii ki mümkün. İtiraf edeyim, bu satırların yazarı da bunu arada yapıyor. Ama pratikteki soru şu: Yazının gençleri film izlemek, internette sörf yapmak ya da Tik-Tok’a girmekten alıkoyan sırrı ne?
Kendi payıma bulduğum yanıt, insan türünün hayal kurmaya duyduğu o kadim ve teknoloji tarafından yok edilemeyen ihtiyaç. Güzel bir roman hâlâ sadece okuyan için çekilmiş bir film gibi: Karakterleri istediğimiz gibi hayal ediyoruz, kamerayı istediğimiz yere koyuyoruz, ışığı keyfimize göre ayarlıyoruz ve kitabın bize sunduğu dünya, bir başkasının asla göremeyeceği kadar özelleşiyor. Bunun yaşattığı duygunun başka düzlemde karşılığı yok.
Hele sinemaya uyarlanamayacak kadar yoğun bir anlam ve edebiyat gücüyle yüklü, usta işi bir dizenin çağırdığı evrense bu, içimizde başka evrenlere portallar açılmış gibi oluyor. Örnek mi? Hemen Cemal Süreya’nın dizesini hatırlayalım.
“An ki fıskiyesi zamanın.”
İşte üzerinde yıllarca düşünebileceğimiz, içine romanlar sığabilecek dört sözcük. Yapay zekânın bile aşık atamayacağı, başka bir sanata tercüme edilemeyecek bir ifade. Bizi tahayyül etmeye, yaratıcı olmaya, bildiklerimizi yeniden düşünüp kendimize gelmeye çağıran bir eşik. Tıpkı edebiyatın yok olmasını önleyen diğer söz muhafızları gibi.
Tuna
İstanbul / Temmuz 2024
Yanıtlar