Nostaljinin Eski Tadı Yok
Her kuşağın nostaljisi ayrı. Hele bir yaştan sonra, geçmiş zaman insana daha da güzel görünüyor. Belki de nedeni, nostaljinin insanın kendi gençliğine duyduğu o bitmeyen özlemden beslenmesi: En güzel, en yakışıklı, en sağlıklı, en gözü pek ve pervasız zamanlarımızı özlüyor ve adına “nostalji” diyoruz.
Hele ki ellili yaşlara gelip kuşak olarak sanatta ve medyada dümene geçtiğimizde, gençliğimizin güzelliği bilinsin diye olanakları zorluyoruz. Dört koldan reklamını yapıyoruz nostaljimizin. Hangi kuşak iktidardaysa, onun gençliğini yaşadığı dönem o günün moda nostaljisine dönüşüyor. Tıpkı 20’lerde ortalığı saran 90’lar nostaljisi gibi. X Kuşağı olarak gizli keyifler alıyoruz gençlerin Demet Sağıroğlu dinleyip Yavuz Turgul filmleri izlemesinden.
Bizler 90’larda gençliğimizi yaşarken de 68 baharına duyulan nostalji modaydı. Büyüklerimiz tarafından o dönemin çok daha güzel olduğuna inandırılmıştık. Cem Karaca’nın üstüne şarkıcı, Yılmaz Güney’in üstüne yönetmen yoktu. Bizlerse o günleri kaçırmış zavallı sürgünleriydik tarihin.
Öte yandan geçmişe özlem, mekânlarda somutlaşıyor. Kuşağımızın yaratıcı zihinlerinde billurlaşan nostalji mekânı, Beyoğlu ve İstiklâl Caddesi.
Kemancı’da gencecik Şebnem Ferah’ı dinlediğimiz, yürürken Küçük İskender ile selamlaştığımız, Ferhan Şensoy’un Ses Tiyatrosu’nda olay yarattığı, Kaktüs Kahvesi’nde Lale Müldür’ün şiir yazdığı, Emek Sineması’nda film festivaline ve Tepebaşı’nda kitap fuarına gittiğimiz, Robinson Crusoe kitapçısının üst katında Mehmet Güreli’nin resim yaptığı, Fransız Kültür Merkezi’nin merdivenlerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın indiği zamanlar
Caddenin bir ucundan diğerine yürüyünce adeta sanat eğitimi aldığımız çağ. Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki bir hocamızın sözleri belleğimde: “Türkiye’de yalnızca İstanbul’da sanat okulu kurulabilir çünkü sadece İstanbul’da İstiklâl Caddesi var.”
Oysa 90’ların İstiklâl Caddesi’nde de geçmişi özleyenler vardı. Hoşnutsuz gözlerle bakıyorlardı bize. “Bizim zamanımızda Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı, şimdi ortalık serseri doldu” diyorlardı deri ceketlerimizi ve yırtık kotlarımızı kınayarak. Müziğimiz onlar için gürültü, şiirlerimiz beş para etmez, konuşmamız barbarcaydı. Genç vahşilerin dünyalarını istila edişini bazen hüzünlü bazen de alaycı gözlerle izliyorlardı.
İşin aslı, 90’larda dünya ne daha güzel ne daha çirkindi. Siyaset yine yozlaşmıştı, savaşlar ve adaletsizlik vardı, kutsal sayılan ülküler uğruna yine çocuklar ve gençler öldürülüyordu. O zaman da iyi yönetilmiyordu Türkiye. Gençliğimizi bunlara rağmen yaşıyorduk.
Bugün yolum Kadıköy’e düştüğünde ben de kendimi genç barbarların arasında buluyorum. Müzikleri, şiirleri, dünyaya bakışları bizimkinden farklı XXI. Yüzyıl çocuklarının. Tanıdığım dünyayı yapay zekâları, dijital bakış açıları ve vahşi neşeleriyle istila ediyorlar.
Gencecik ve her şeye rağmen umut dolu yüzlerine bakıyor ve otuz yıl sonra bugünü nasıl hatırlayacaklarını merak ediyorum. “Ah nerede o 20’li yılların Kadıköy’ü” diyecekleri zamanı.
Yanıtlar